Son Dakika
Anasayfa / TRABZON’UN TARİHİ

TRABZON’UN TARİHİ

Trabzon genel tarihi ,
Trabzon gerçeğine bir dalış yaparak, hem Trabzon’la hem de kendimizle ilgili çok şey öğrenebiliriz.
Türkiye aslında kendini tanımıyor. Herkes kulaktan dolma birtakım sözlerle veya kafasına nasıl girdiği belli olmayan ön yargılarla hareket ediyor. Oysa herkes kendini, topraklarının geçmişini, buradaki kültürel yapıyı tanısa, hem bugününü hem de geleceğini daha iyi anlayacak. Üstelik zamanın nasıl akıp gittiğini, her şeyin ne kadar kolay değişime uğradığını, geçmişle gelecek arasındaki ince geçişin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu görecek, belki de geçmişten ders alarak, geleceğini ona göre kuracak.

Bugün birisine Trabzon ile ilgili bir şey sorsanız, çok az şey bilir. Trabzon denince akla ilk gelen hamsi, fıkra, kemençedir. Hamsi, fıkra, kemençe gerçekten de Trabzon kültürünün çok önemli bir parçasıdır. Ancak Trabzon gerçeği bu boyutun çok ötesindedir. Üstelik bu boyutu çoğu Trabzonlu da bilmez. Oysa Trabzon’un kuruluşu İstanbul ve Roma kadar eski, kimine göre daha da eskidir. Böylesine köklü tarihi olan bir kenti tanımamak büyük bir kayıptır.

Trabzon Antik Yunan döneminde, tahminen M.Ö. 700 yıllarında, Yunanlılar tarafından kurulmuş bir kent. Yunancadaki ilk adı Trapezus’tur ve bugünkü Trabzon adı da bu sözcükten türemiştir. Trabzon adının en az 2700 yıllık bir geçmişi var.
Yunanlılardan önce bölgede Makronlar, Skitenler, Kolkler, Driller gibi Yunan olmayan bazı kültürler yaşadı. M.Ö. 400 yıllarında Trabzon’u ziyaret eden Sokrates’in öğrencisi Zenofon’un günlüklerinde bu halkların adı geçer. Ne yazık ki, akıbeti belirsiz bu kültürler hakkında, günümüze ulaşmış çok az bilgi bulunuyor.

Trabzon kurulduktan bir süre sonra Perslerin, daha sonra da Romalıların egemenliğine girdi. Pers egemenliğinde Trabzon, Pers ve Yunan kültürlerinin ilginç bir kaynaşmasını yaşadı. Bölgenin “Pontus toprakları” olarak anılması da bu dönemde başladı.

Bizans döneminde de gariplikler sürdü. Çünkü Trabzon, önceleri Bizans İmparatorluğu’nun bir parçası gibi görünse de, Trabzon Rum İmparatorluğu adı altında özerk bir yapıya kavuştu. Hatta Bizans’la, savaşı bile göze alarak, ciddi bir rekabet içine girdi. Trabzon Rumları, hem coğrafi yakınlık hem de stratejik çıkar nedeniyle, doğudaki Gürcülerle ve güneydeki Türkmen beylikleriyle sık sık işbirliği yaptılar. Bu işbirliği, Trabzon İmparatoru Komnenos’un, kızlarını ve kız kardeşlerini, Türkmen olan Akkoyunluların liderleriyle evlendirmesi noktasına kadar vardı.
Trabzon’un bir Laz kenti olduğunu sanan çoktur. Oysa Trabzon hiçbir zaman Laz kenti olmamıştır. Lazlar, yani, Rumca ve Türkçe ile ilgisi bulunmayan bir dil olan Lazcayı konuşanlar, bugünkü Rize ve Artvin bölgelerinde yaşadılar. Sonradan Trabzon’a göç edip yerleşen Lazlar olduysa da, hiçbir zaman, kent nüfusunun çoğunluğunu oluşturmadılar.

Her alanda Bizans’a meydan okuyan Trabzon’dan önemli teoloji ve felsefe uzmanları çıktı. Fatih Sultan Mehmet ise Trabzonluları İstanbul’a sürdü.

Geçen haftaki yazıda, Türkiye’nin kendisini tanımadığını, bir örnek olarak Trabzon gerçeği incelendiğinde hem kendimizle hem de Trabzon’la ilgili çok şey öğrenebileceğimizi, zamanın nasıl akıp gittiğini, her şeyin ne kadar çabuk ve kolay değiştiğini vurgulamıştık.

Trabzon’un M.Ö. 700 yıllarında, Yunanlılar tarafından kurulduğunu, daha sonra Pers ve Roma egemenliği altına girdiğini, Bizans döneminde Trabzon’un özerkliğini ilan ederek Bizans ile rekabete girdiğini, sık sık doğusundaki Gürcülerle ve güneyindeki Türkmenlerle işbirliği yaptığını, onlarla akrabalık ilişkileri içine bile girdiğini belirtmiştik. Tabii Trabzon ile Bizans arasındaki rekabet sadece toprak ve ticaret kaynaklı değildi. Trabzon, entellektüel birikim açısından da Bizans’ın gerisinde değildi. Örneğin Trabzon kökenli Georgius, Plato ve Aristoteles’in felsefelerini çok ayrıntılı biçimde incelemiş, kitapları Avrupa’da büyük yankı uyandırmış, dönemin önemli teoloji ve felsefe uzmanlarından birisiydi.

Ortodokslarla Katolikler arasında birlik sağlanması yolunda çalışan ve bu nedenle Ortodoks Bizans’tan büyük tepki gören Johannes Bessarion da yine Trabzonludur. Plato uzmanı Bessarion, 750’yi aşkın kitabı içeren kütüphanesini, ölmeden önce Venedik’e bağışlamış, bu kitaplar ünlü “Marciana Kütüphanesi”nin çekirdeğini oluşturmuştu. Beş yıl boyunca Bolonya’yı yöneten Bessarion, Katolik dünyasında o kadar etkili bir konuma gelmişti ki, Papa 5. Nikolas öldüğünde, Papalık için aday gösterilmiş, ancak son anda bu makamı başkasına kaptırmıştı.

Fatih Sultan Mehmet, Trabzon’un Bizans’a meydan okumaya varan gücünden çekindiği için mi, yoksa bu gücü kendi yanına çekmeyi akıl edemediğinden mi bilinmez, 1461’de Trabzon’u aldığında, ilk iş olarak, buradaki Rumların yaklaşık üçte birini sürdü, mallarına da el koydu. Üstelik sürgün politikası Fatih’ten sonra da devam etti. Osmanlı kayıtlarına göre, bölgeden sürülen kişiler 19 bine ulaştı, çoğu İstanbul’a, Yeniköy, Arnavutköy, Balat ve Fener bölgelerine gönderildi. Sürülenlerin yerine ise, Niksar, Amasya, Ladik, Çorum, Merzifon, Tokat, Samsun gibi yerlerden Müslümanlar yerleştirildi. Bu sürgün politikasından sonra, Trabzon ve çevresinde kalan Rumların çoğunluğu hem topraklarını ve mallarını korumak, hem de daha az vergi ödemek için, Müslümanlığa geçtiler. 1800’lerin sonlarına gelindiğinde, Hıristiyan Rumlar, kent nüfusunun sekizde birini, çevre kasaba ve köyler de katıldığında, bölge nüfusunun beşte birini oluşturuyordu.

Ancak her şeye rağmen Trabzon, Osmanlı döneminde de önemini korudu. Nitekim Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Trabzon valisiyken, kendisini, edebiyat ve bilim alanlarında burada geliştirdi.Trabzon’da doğan ve 25 yaşında imparatorluğun başına geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman da burada yetişti.

Trabzon 20. yüzyılın ortalarına kadar entellektüel birikimi yoğun bir kültür kenti olmayı sürdürdü. Bir eski Trabzon’u düşünün, bir de bugünkü Trabzon’u! Çağrımız Trabzonlulara!

Kendimizi tanımak amacıyla bir örnek olarak ele aldığımız Trabzon maceramıza devam ediyoruz. Daha önce, M.Ö. 700 yıllarında Yunanlılar tarafından kurulan Trabzon’un köklü tarihini anlatmaya çalışmış, bu arada Trabzon’un İstanbul ile, yani dönemin Bizans’ı ve Konstantinopolis’i ile rekabeti konusunda örnekler vermiştik. Ayrıca Osmanlıların Trabzon’u ele geçirdikten sonra on binlerceTrabzonlu Rumu sürgün ettiğini, ancak buna rağmen, Trabzon’un önemini koruduğunu vurgulamıştık.

Osmanlı’dan önce, ağırlıklı olarak Rum kültürünü temsil eden, ayrıca azınlık kültürü olarak içerisinde Ermeni ve Ceneviz kültürlerini de barındıran Trabzon, coğrafi yakınlık nedeniyle, çevresindeki Gürcü, Laz ve Türkmen kültürleriyle de etkileşim içerisinde olmuş, ortaya gerçekten ilginç bir sentez çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Trabzon, ticari potansiyeli, entellektüel birikimi ve çok kültürlü kozmopolit yapısı açısından, İstanbul, Selanik ve İzmir ile birlikte, Trakya ve Anadolu bölgesinin en önemli kentiydi. Trabzon, yüzölçümü ve nüfus açısından İstanbul’dan çok daha küçük olmasına rağmen, sosyal ve kültürel yapısı itibarıyla, adeta bir “mikro – İstanbul”u andırıyordu.

Öyle bir Trabzon düşünün ki, 1840’lı yıllarda Marsilya ile arasında direkt gemi seferleri bulunmaktaydı. Aynı dönemde Trabzon’da ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın, İtalya’nın başkonsolosluğu bulunmaktaydı. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu kentte çıkan süreli yayınların sayısı 57 idi (Bu sayı Rize’de 1, Gümüşhane’de 1, Giresun’da 14, Ordu’da 11, Samsun’da 17’dir). Yine aynı yıllarda Trabzon’da opera, tiyatro binaları bulunmakta, sinemalarda sessiz filmler ve Kurtuluş Savaşı belgeselleri gösterilmekte, ana meydandaki restoranlarda piyano resitalleri verilmekteydi.

Başka bir örnek: Eğitimci – yazar Hıfzırrahman Raşit Öymen ve Pertev Subaşı gibi kişiler, 1921 yılında, Türkiye’nin en eski spor kulüplerinden birisi olan Trabzon İdman Ocağı’nı kurmuşlar, bu kulüp 1924 Paris Olimpiyatları’na bile sporcu göndermiştir. Mustafa Kemal başkanlığında 1923’te toplanan bir Bakanlar Kurulu toplantısında da, Avrupa’daki futbol birliklerine üyelik konusunda üç ilden kulübün seçilmesi önerilmiştir: İstanbul, İzmir ve Trabzon. (Trabzonspor efsanesi gökten zembille inmemiştir!)
Türk aydınlarının önemli bir bölümünün de Trabzonlu olmaları tesadüf değildir. Yazar – ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, yazar – edebiyatçı Sabahattin Eyüboğlu, ressam Orhan Peker, yazar Hasan İzzettin Dinamo, siyasetçi – yazar Bahriye Üçok Trabzon’da yetişmiş Trabzonlu aydınlardan sadece birkaçıdır.

Peki ya şimdi? Üç haftadır anlatmaya çalıştığımız eski Trabzon’u düşünün, bir de bugünkü Trabzon’u düşünün. Her şeyin ne kadar çabuk değişebileceğini, geçmişimizi tanımakta ve geleceğimizi kurmakta ne kadar umursamaz davrandığımızı düşünün.
Trabzon kenti layık olduğu noktaya mutlaka gelmelidir! Bu Trabzonlulara, Trabzon kökenlilere yapılmış bir çağrıdır!
Not: ” Bir Tutkudur Trabzon ” (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997) ve “Seyahatnamelerde Trabzon” (Serander Yayınları, Trabzon, 1999) kitaplarının okunmasını öneririz.

Rize il sınırı yakınlarında yapılan sondajlarda ele geçen buluntular ,Kalkolitik çağla tunç çağında (İ.Ö. 5500-1000) bu yörede insanların yaşadığını göstermiştir .İlk çağlarda Khalybllerin yurdu olna bu yörede Miletoslular İ.Ö. 7.yy.da bir ticaret kolonisi kurmuşlardır .Aynı yüzyılda bölge Kimmerler tarafından yağmalanmıştır .İ.Ö. 6 yy.da Perslerin hakimiyetine giren bölge Pontus Kapadokyası adı verilen satraplık sınırları içinde yer almıştır .İ.Ö. 66 yılında Roma yönetimine giren bölge once Pontus Polemoniacus ,sonrada Galatia Kappadokhia adlı yönetsel sınırlar içinde yer aldı .

Bizans döneminde Khaldia Themasına bağlandı .Konstantinapolis’in Latinler tarafından işgal edilmesi üzerine Komnenos hanedanı ,1204 yılında Gürcü kraliçesi Tamara’nın yardımıyla bu bölgedeTrabzon Rum imparatorluğunu kurdu .

Trabzon Rum imparatorluğu (Pontus Devleti)

Aleksios Komnenos (1204-1222) ilk imparator ilan edildi .Onun ardından yabancı hükümdarlas evliliklere dayalı ittifaklar kurarak öbür Bizans ailelerinde daha uzun sürte ayakta kaslmayı başardılar .Kısa süreli Anadolu selçukluları ilhanlılar ve Nikaia imparatorluğunun egemenliğine giren Trabzonimparatorluğu barışçı bir politika izleyen 1.Manuel döneminde 1238-65 Trebizond limanının önemli bire ticaret merkezi haline gelmesi sayesinde güçlendi .Ama 2.İoannes döneminde(1280-85)Giresun ve Ordu yörelerini ele geçiren Türkmenlerinm küçük beylikler kurmasına engel olamadılar .2.Aleksios döneminde (1297-1330)Karadeniz ticaretini ele geçiren Cenevizliler Trabzon yönetimi üzerinde etkin oldular .1.beyazıd’ın 1398’de Samsun ve Canik’i almasının ardından Osmanlılara yıllık vergi ödemek zorunda kaldılar.David Komnenos (1458-1461) döneminde vergi ödemenmediği gibi önceden ödenen vergilerde geri istendi .David Komnenos’un Avrupa’daki büyük devletlere ittifak önerişsinde bulunması üzerine Osmanlılar bölgeyi 1461’de aldılar .

Trabzon imparatorluğunun zenginlik kaynakları gümüş demir şap kumaş ve siyah şarap gibi yerel ürünlerin ihracına ve Batı İran’a yapılan transit ticaretten alınan vergilere dayanıyordu .

Trabzon ve Lazistan Osmanlı yönetiminde

2.Mehmed ‘in (Fatih) Trabzon imparatorluğu üzerine yaptığı sefer sonunda fethettiği Trabzon bir sancak olarak örgütlenmiş ve uzun yıllar şehzade sancağı olarak önemini korumuştur .16.yy.da ise Batum’uda içine alan bir eyalete dönüştürülmüştür .Batum eyaleti olarakta bilinen bu yönetim biriminin merkezi Trabzon’dur .Eyalet topraklarına bir Oğuz boyu olan Çepniler yerleştirilmiş ve yerli halk bu yüzden 18.yy.la kadar bunlarla çatışmıştır .Merkezi yönetim olayları engellemek üzere TrabzonBeylerbeyliğine yerli ayandan mütesellimler atamış ama bunlar güçlendikçe merkezi yönetime başkaldırmışlardır .1868’de vilayet olan Trabzon’a merkez sancağı dışında Lazistan ,Gümüşhane ,Canik (Samsun) sancakları bağlıydı .1890’da merkez sancağı Ordu ,Giresun, Tirebolu ,Görele ,Vakfıkebir ,Sürmene ve Akçaabat ,Canik sancağı Bafra ,Ünye ,Fatsa ,Çarşamba ,ve Terme , Lazistan sancağı Rize ,Of ,Atina (Pazar ) ve Hopa ,Gümüşhane sancağı da Torul ,Kelkit ,Şiran kazalarını kapsıyordu .

Trabzon kıyıları 17.yüzyılda Zaporojye Kazaklarının saldırısına uğrayıp yağmalanmıştı .Osmanlı dönemi boyunca bölge Celali ayaklanmalarına sahne oldu .Yerel Beyler ,halkla beraber 1834 tarihine kadar Osmanlı merkezi yönetiminden ayrılmak için defalaca isyan ettiler ama hepsi çok kanlı yöntemlerle bastırıldı .

1810’da Rusların saldırısına uğrayan bölge ,1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonucunda Kafkas göçmenlere ev sahipliği yaptı .1895’de bir Ermeni ayaklanmasına sahne oldu .20.yy başlarında Rumlar ve Ermenilerin’de bulunduğu şehrin nüfusu 1 milyondan fazla idi .1.Dünya savaşının başlarında Rus donanması Trabzon kıyılarını bir çok kez bombaladı .18 Nisan 1916 tarihinde ise Rabzon neredeyse tümüyle Rus’ların eline geçen ve halkının bir bölümü başka bölgelere göç eden yörede Rum Pontos ve Ermeni çeteleri ,1917 Ekimindeki Sovyet devriminden sonar çekilen Rus ordusunun yerini aldı .Trabzon 24 Şubat 1918’de 37.tümen tarafından bu çetelerin işgalinden kurtarıldı .Mondros Mütarekesinden sonar Pontos çetelerinin eylemlerinin artması üzerineTrabzonlular Trabzon Muhafazai Hukuk-i Milliye Cemiyetini kurdular .Kurtuluş savaşı sırasındaTrabzondaki önemli olaylardan biride Türkiye Komünist Partisinin (TKP ) önderi Mustafa Suphi,karısı ve 13 arkadaşının öldürülmesidir .

Trabzon’un yapısı

Trabzon kenti İ.Ö. Miletos’lu balıkçıların Karadeniz kıyısında kurdukları ticaret kolonilerinden biridir .Miletoslular kente Yunanca masa anlamına gele ‘trapeza’ sözcüğünden türettikleri Trapezous adını vermişler bu ad zamanla Trapezunda ,Trapezund ve Trabzon’a dönüşmüştür .

13.yy.başlarında kurulan Trabzon imparatorluğu Anadolu Selçukluları ve Timur’un kuşatmalarına direnmiştir .Yavuz Sultan Selim şehzadeliği sırasında burada sancak beyliği yapmıştır . 1867 yılında çıkan bir yangından şehir önemli ölçüde zarar görmüştür .19.yüzyılda 35.000 kişilik şehir merkezi nüfusunun yarısı Rumlar ve Ermenilerden oluşuyordu .Cumhuriyetin ilk yıllarında ise ancak 20.000 kiş,1950 de ise 33.900 kişidir .Günümüzde , merkez nüfusu 220.000’e ulaşmıştır.

Trabzon şehri ve bulunduğu bölge hakkında bilgi edinebildiğimiz en eski kaynak Ksenophon’un Anabasis adlı eseridir. Ksenophon bu eserinde, babası Dareios’un ölümünden sonra Pers İmparatoru olan kardeşi Artakserkes II. ye karşı isyan ederek paralı askerlerden oluşan bir ordu ile M.Ö. 401 yılında Sardes (sahili)’den yola çıkan Batı Anadolu Valisi Kyros’un Babil yakınlarındaki Kunaksa’da İmparatorun ordusu ile karşılaşıp yapılan savaşta yenilerek öldürülmesini ve orduda sayıları onbin kadar olan paralı Helen askerlerinin geri dönüşlerini anlatır. On binler diye adlandırılan paralı Helen askerleri, Doğu Anadolu’yu güney-kuzey istikametinde boydan boya geçerek Karadeniz sahillerine ulaşmak, buradan da deniz yolu ile memleketlerine dönmek üzere yola çıkarlar. Paralı askerler arasında olan Ksenophon bize bu tarihi olayın yanısıra geçtiği bölgeler ve orada yaşayan halklar konusunda da bilgi verir.

On binler dönüş yolunda Erzurum’un kuzeyine düşen ve Osmanlı belgelerinde Taveli olarak adlandırılan Taoklar’ın ülkesinden geçerek Khalybler’in memleketine varırlar. Khalbler, On binlerin geçtiği topraklardaki en savaşçı halk olduğu için, Helenler onların ülkesinde yağma yapmamış ve Taoklar’dan yağmaladığı yiyeceklerle idare etmek durumunda kalmışlardı.

Khalybler’in ülkesinden geçip Harpasos (Çoruh) nehrine ulaşan On binler, buradan Skythenler’in (İskitler) ülkesine girip bir ovada 4 günde yaklaşık 100 km ilerleyerek köylere varırlar. Bu köylerden erzak temin eden On binler, Gymnnias adındaki (Bayburt veya yakınlarında) bir şehre ulaşırlar.

Şehrin valisi onlara, düşman memleketlerden gelebi1meleri için bir kılavuz verir. Kılavuz Ksenophon ve arkadaşlarını beş gün içinde denizi görebi1ecekleri bir yere götüreceğini söyler ve yola çıkarlar. Düşman memleketine gelince, kılavuz, askerlerden orasını ateş ve kılıçla tahrip etmelerini ister. Beşinci gün Thekhes adındaki dağa vardıkları zaman denizi görmek için dağa tırmananların haykırışları arkadan gelenler arasında paniğe neden olmuştu. Çünkü yağmalayıp yaktıkları memleketin adamları onları takip ediyordu. Bunlarla artcılar arasında çatışma çıkmış, bir kaçı öldürülmüş, birkaçı da esir edilmişti.

İlerleyen her birlik önde bağıran askerlerin yanına vardıkça ve orada kalabalık arttıkça bağrışma da artıyordu. Bunun önemli bir nedeni olduğunu anlayan Ksenophon hemen atına binerek ve yanına süvarileri alarak yardıma koştu. Fakat biraz sonra askerlerin “Deniz! Deniz!” diye bağırdıklarını ve geriden gelenleri acele etmeye teşvik ettikleri anlaşıldı. Herkesi bir sevinç kaplamıştı. Askerler hemen taş toplayarak yığdılar ve bu yere bir abide diktiler. Daha sonra hediyeler verilen kılavuz Hellenler’e konaklamaları için bir köy ve Makronların memleketine giden yolu gösterdikten sonra akşam üstü memleketine dönmek üzere uzaklaştı.

Bölgenin coğrafi yapısını iyi bilmenin verdiği cesaretle, Ksenophon’un bölgede varlığından bahsettiği halklara ait bölgelerin sınırlarını çizebi1mek için anlatılanları değerlendirdiğimiz zaman kılavuzun Gymnias’tan sonra kuzeydoğu istikametinde ilerleyip bu gün Soğanlı geçidinin olduğu bölgeden dağlara çıktığını söyleyebiliriz. Kılavuzun daha kısa olan Hart (Aydıntepe)-Kemer geçidi yolunu tercih etmemesinin nedeni Ksenophon’un da yazdığı gibi Skythenlerin düşmanlarına ait köyleri tahrip ettirip yağmalatmak idi. Ksenophon’un adını vermediği ve Bayburt ile İspir bölgesinde yaşayan Skythenlerin düşmanı olan halkın Strabonun M.S.18 yılında yazdığı Coğrafya adlı eserde bahsettiği Heptakometler veya komşusu Byzerler ya da onların Strabodan dört asır evvel bölgede yaşayan ataları olması kuvvetle muhtemeldir.

Gymnias’dan aldıkları kılavuz, bu halkın Soğanlı Dağları’ndaki köylerini yağmalattıktan sonra Ksenephon ve arkadaşlarına bugün de bir bölümü hala kullanılan yolu izletir. Batıya yönelip Soğanlı geçidinin batısındaki Kemer Dağı’nın kuzey eteklerinden geçirerek 5. günde denizi görebilecekleri Thekhes (bugünkü Madur) Dağı’na ulaştırır.

Kılavuzun dönüş yolunda, düşman arazisinden kendi memleketine bir gecelik yürüyüşle ulaşabilmesi, dönüş yolunda daha kısa olan yolu, Madur-Aşot Beli-Yarmice Sırtı-Lemonsuyu-Kemer Geçidi-Hart (Aydıntepe) yolunu izlemiş olduğunu gösterir.

Ksenophon ve arkadaşlarının Madur Dağı ile hemen batısındaki Polut Dağı arasında ve Madur Dağının zirvesine yakın boyundan denizi gördüğünü söyleyebiliriz. Tarihi bir yolun dağları aştığı bu yerden Araklı Burnu ve Araklı Limanı bir tablo gibi görülür. Bu yerde ayrıca On binlerin sevinçten yaptıkları taş yığınından oluşan abideyi anımsatan kalıntılar vardır. Ksenophon ve arkadaşlarını bölgeden geçtiği zaman mevsimin kış olması sis olmadan bütün manzaranın ve denizin görünebilmesini sağlamıştır.

Bu yerin 3 km kadar kuzey doğusunda ve bugünkü Kalecik Yaylası’nın yakınında muhtemelen Romalılar tarafından ve kareye yakın dikdörtgen şeklinde inşa edilmiş küçük bir kale kalıntılarının bulunması bu yolun ilerideki asırlarda da kullanıldığını göstermesi bakımından önemlidir.

Ksenophon Thekes dağından sonra geçtikleri yerlerin Makronların memleketi olduğunu yazar. İlk gün Makronların memleketini Skythenlerin memleketinden ayıran ırmağa (bugünkü Karadere) varırlar. Ksenophon’un yazdıklarına göre sağ taraf yukarıya doğru sarp bir alan (Polut Dağı’nın batı yamaçları) soldan da asılması lazım olan sınır ırmağın (Karadere’nin) bir kolu (Yağmurdere suyu) akıyordu. Bu ırmağın kıyıları ince, ama pek sık yetişmiş ağaçlarla kaplı idi.

Hellenler (bugünkü Çatak olarak adlandırılan) bu bölgeden mümkün olduğu kadar çabuk ayrılmak istedikleri için, bunları kese kese ilerlemeye başladılar. Kıldan elbiseler giyen ve örme kalkanlar ve mızraklarla silahlı bulunan Makronlar ırmağın karşı kıyısında ve tam geçit yerinde bekliyorlardı. Birbirlerine seslenerek cesaret veriyor ve taş atıyorlardı. Fakat attıkları taşlar kimseye rast gelmeden ve kimseye zarar vermeden suya düşüyordu.

Bu sırada On binlerin arasında bulunan ve Atina’da esir olarak hizmet etmiş olan birisi Ksenophon’a gelerek bu adamların dilinden anladığını söyleyerek “Zannedersem burası benim memleketim olacak. Eğer engel yoksa onlarla konuşayım” dedi. Ksenophon önce bu halkın kim olduğunu sordurdu ve Makronlar olduğunu öğrendi. Ksenophon’un “Neden bizim karşımıza çıktılar ve neden bizimle düşman olmak istiyorlar” sorusuna Makronlar “Memleketimize düşmanca girmek istediğiniz için şeklinde cevap verirler.

I Hellenler düşmanca gelmediklerini, Büyük Kralla (Pers İmparatoru II Artakserkes) savaştıklarını, memleketlerine dönmek için denize ulaşmaya çalıştıklarını söyleyerek karşılıklı dostluk yemini ettiler. Bu antlaşmadan sonra Makronlar Hellenler’in arasına karıştı ve onların ırmağı geçmelerine yardım ettiler.

Bir pazar kurarak Helenler’e yiyecek satan Makronlar, üç gün onlarla birlikte giderek Kolkhlar’ın sınırına kadar götürürler. Burada yüksek bir dağ vardır ve Kolkhlar bu dağın üzerinde mevzilenmişlerdi. Burası muhtemelen Trabzon yakınlarında denize dökülen Değirmendere’nin bir kolu olan Kuştul Deresi’nin doğduğu Seslikaya Tepesidir. Yaklaşık 9600 kişi olan Hellenler, birkaç defa saldırdıktan sonra dağda mevzilenmiş Kolkhları kaçırıp bol yiyecek buldukları köylerinde konakladılar.

Burada rasgeldikleri an kovanlarından bugün bölge halkının “Deli Bal” veya “Tutan Bal” dedikleri baldan yiyen askerlerde kusma ve ishal başlamıştı. Hiçbirinin ayakta duracak hali kalmamış, birkaç kişi de ölmüştü. Hastaları iki üç gün sonra iyileşen Hellenler, Değirmendere Vadisi’nin doğu kısmındaki sırtlardan iki günde yedi parasang (yaklaşık 36 km) yol yürüyerek Trabzon’un doğusunda denize inerler.

M.Ö. 400 yılının Şubat ayında Trabzon’a ulaşan Ksenopho, Trabzon’un (Trapezus) Karadeniz (Pontos Eukseinos) kenarında ve Kolkhların memleketinde Hellenler tarafından kurulmuş bir Sinop Kolonisi olduğunu belirtir.

Trabzon’un yanındaki Kolkh köylerinde 30 gün kadar dinlenen Hellenler çevredeki diğer Kolkh köylerini yağmalayarak yiyecek temin ederler. Trabzon şehrindeki Hellenler ise onlara bir yandan yiyecek satarken diğer yandan da özellikle şehrin yakınlarında oturan Kolkhalar’la dostluk kurmalarına aracı olurlar.

Çevredeki Kolkh köy1erini yağmalayarak yiyecek temin eden On binler, bir yandan Trabzon’un etrafındaki yüksek tepelerde toplanan Kolkhların baskısına uğramamak için tedbirler alırken, diğer yandan da memleketlerine dönmek için hangi yolu izleyeceklerini tartışıyorlardı.

Çoğunluk deniz yolunu tercih ettiği için önce aralarından birini memleketlerine kendilerini alacak bir filo ile dönmek üzere gönderirler. Fakat bunun neticesinden emin olamadıkları için Trabzon’daki kolonici Hellenler’den savaş gemilerini ödünç olarak almayı ve bölgeden geçtiğini gördükleri yelkenlilere el koymayı düşünürler. Eğer bu yolla on bin kişiyi taşıyabilecek kadar gemi toplayamazlarsa o zaman da deniz kenarındaki şehirlerden yolları tamir ederek bir an önce bölgeden uzaklaşmalarına yardımcı olmalarını istemeyi kararlaştırırlar.

Koloniciler onlara elli kürekli bir gemiyi ödünç olarak vermişti, fakat bu gemiye atadıkları kumandan gemi ile hemen bölgeden kaçmayı tercih edince On binler, Trabzon’daki kolonicilerden otuz kürekli bir gemi daha alırlar. Karadeniz’de ele geçirdikleri tüm gemileri Trabzon’a getirerek içlerindeki yüklere el koyup, bu yeni gemilerle kıyı boyunca talan seferlerine çıkan On binler talanda her zaman başarılı olamıyor, baskın anında ya da dönüş yolunda bölge halkı tarafından öldürülüyorlardı.

Ksenephon, Kleainetos adlı bir kumandanın kendi bölüğü ile birlikte başka bir bölüğü de talan için tehlikeli bir bölgeye götürdüğünü, kumandanın birçok adamı ile birlikte öldürüldüğünü yazmakta fakat Karadeniz’de gemilerine el koydukları ya da köylerini yağmaladıkları halklar hakkında pek bilgi vermemektedir.

Trabzon’da oturan koloniciler, şehrin çevresindeki Kolkhlarla dost olduğu için Ksenephon ve arkadaşlarına yağmalama sırasında yardımcı olmuyorlardı Fakat Trabzon çevresindeki bir gülük mesafede yiyecek kalmayınca onlara kılavuz vererek Trabzon’un güneyindeki dağlık bölgede yaşayan Driller’in ülkesi (bugünkü Torul bölgesi) ne götürdüler. Ksenophon, Driller’i bölgenin en savaşçı milleti olarak tanımlarken Trabzon’da oturan Helienlerin bunlardan çok kötülük gördüğünü kaydetmektedir.

Savunmaya elverişli olmayan köylerini yakarak boşaltan Driller derin vadilerle kuşatılmış olan başkentlerine çekilmişlerdi. Önden giden 2000 kişilik grup başkenti kuşatmış fakat tahkim edilmiş bu yeri alamayacaklarını anlayarak geri çekilmeye başlamışlardı. Geri çekilince anında Driller arkadan taarruza geçince buradan çabucak uzaklaşamayacaklarını anlayan Hellenler geriden gelen kuvvetlerden yardım istediler.

Ksenophon kumandasında yardıma gelen birlikler buradan zaiyat vermeden çekilmenin mümkün olmadığını görerek şehri ele geçirmeye karar verirler. Şehrin etrafındaki hendeği ve müstahkem mevzileri aşan Hellenler şehre girince burada bir de iç kalenin olduğunu görür ve kaleden çıkan askerlerin saldırısına uğrarlar. Geri çekilecekleri yolun sarp olması ve şehirdeki iç kalenin alınmazlığı onları zor duruma sokmuştu. Ksenephon bu durumu anlatırken “Kalmak da bela idi, kaçmak da….” diye yazmaktadır.

Şehirde tesadüfen çıkan bir yangın onlar için kurtuluş olur. şehir, kalesi hariç bütün evleri, kuleleri, şarampolleri ile yanmıştı. Fakat Hellenler ertesi gün Trabzon’a giden çok dik ve dar yoldan inerken tekrar Driller’in saldırısına uğradılar.

Trabzon ve çevresinden yiyecek sağlamak imkanı kalmadığı için Hellenler, hasta ve yaşlıları daha önce ele geçirilen gemilere bindirir, kalanlar da yaya olarak, Trabzon’dan ayrılır. Trabzonlu kılavuzlar eşliğinde üç gün sonra Kerasus (bugünkü Giresun)’a ulaşırlar.

Giresun da Trabzon gibi Kolkhların memleketinde bir Sinop kolonisi idi. Burada on gün kalarak bir sayım yaparlar. Kolkhların memleketine girerken yaklaşık 9800 kişi kadar olan Hellenler, burada 1200 kişi zaiyat vererek 8600 kişi kalmıştı.

Giresun bölgesindeki dağlarda yaşayan bir halk Giresun’daki kolonici Hellenler’le dostane ilişki içindeydi. Bazıları Giresun’a gelip kasaplık hayvan ve başka şeyler satıyor, alışveriş ediyorlardı. Ksenophon’un ordusundan bazıları bu halkın Giresun’a yakın olan köylerine giderek öteberi satın almış ve bunların küçük ve savunmasız köylerini kolayca yağmalayabileceklerini sanarak bir gece bu köyleri yağmalamak üzere yola çıkmışlardı. Fakat yağmacılar daha yolda iken güneş doğmuştu. Durumu fark eden bölge halkı hemen bir araya toplanarak baskıncıların (çoğunu öldürmüşler, ancak birkaç baskıncı Giresun’a kaçabilmişti.

On binlerin Giresun’dan ayrılacağı gün bu halkın ihtiyarlarından bazıları Giresun’a gelerek ordu kumandanlarıyla görüşüp köylerini yağmalamayı nasıl düşünebildiklerini öğrenmek ve ölülerini gömmek üzere alabileceklerini söylemek isterler. Fakat baskından kurtulabilen Hellenler’in kışkırtması ile bu üç elçi taşlanarak öldürülür.

Giresun’dan ayrıldıktan sonra Mossynoik’lerin ülkesinin sınırına varırlar. Ksenophon, Giresun ile Ordu arasında oturan bu halkı, Hellen dilinde “Ahşaptan yapılma evlerde oturan halk” anlamındaki Mossynoikos kelimesi ile adlandırmaktadır. Mossynoikler yasadıkları müstahkem mevkilerine güvenerek onları memleketlerinden geçirmeyeceklerini söylerler. Bunun üzerine Trabzonlu kılavuzlar vasıtası ile daha batıda oturan ve doğudakilerle aralarında siyasi düşmanlık olan batılı Mossynoikler’le temasa geçerler Ksenophon ile batılı Mossynoiklerin başkanları bir araya gelerek doğulu Mossnoikler’e karşı bir ittifak kurarlar. Varılan anlaşmaya göre onlar batıdan hücum ederken Hellenler’le birlikte savaşmak ve yol göstermek için de yardımcı kuvvet göndereceklerdi

Ertesi sabah, her biri üç kişi taşıyan üç yüz kayık gelir. Kayıklardaki ikişer asker karaya çıkar ve kayıklar geri döner. Yüzer kişilik altı bölük oluşturan Mossynoik savaşçıları içlerinden birinin okuduğu şarkıya eşlik ederek yürüyüşe geçer ve başkentin önündeki kaleye taarruz ederler. Fakat kaleden çıkan düşmanları kısa sürede onlara üstünlük sağlar ve onları geri püskürtürler.

Kale ve şehir ertesi gün yapılan saldırılarla alınmış ve buradan kaçanlar yukarıdaki başkente kadar kovalanmıştı. Hellenlerin taarruzlarını burada da durduramayan Mossynoikler kaleyi bırakarak çekilirler. Tepe üstünde ağaçtan yapılmış bir kule evde oturan, halktan toplanan vergiler ve kamu malından geçinen Kralları ilk zapt edilen kalenin kralı gibi bulunduğu yerden ayrılmadığı için kule-evi ile birlikte yakılır.

Zapt edilen yerleri dostları olan Mossynoikler’e bırakan Hellenler yollarına devam eder ve tıpkı bu günkü gibi birbirlerine yaklaşık on kilometre mesafede kurulmuş olan Mossynoik şehirlerinden yürüyerek sekiz günde, pek kalabalık olmayan ve Mossynoiklerin uyruğu olarak yaşayıp daha ziyade demir madenlerinde çalışan Khalybler’in memleketine ulaştılar.

Khalybler Ksenophon’un Karadeniz bölgesinden geçerken bahsettiği halklardan en meşhur olanıdır. Onun bize verdiği bilgilerden öğrendiğimize göre, Macronlar, Kolkhlar ve Mossynoikler ve Trabzon’dan daha önceki kaynaklarda bahsedilmemesine rağmen Khalybler’den eski kaynaklarda bahsedilmekte ve bu halk Batı Anadolu ve Ege’de bilinmektedir.

Homeros’un İlliada destanında Alybler/Alizonlar olarak geçen ve madencilikte ünlü bu halktan, Ksenophon da aynı özelliklerini belirterek bahsetmekte fakat onların Mossynoikler’in uyruğuna girmiş olduğunu belirtmektedir. Alizon sözünün Hellen dilinde “Deniz kıyısında yaşayanlar” anlamına gelmesine rağmen Bilge Umar bu sözcüğün Eski Hellen dilinde (Luwi/Pelasgos dilinde) “Deniz, tuz” anlamındaki “Ali” sözcüğünden geçmiş olduğunu belirtmektedir. Bu da bize demir madenciliği ile ünlü bu halkın sahille olduğu kadar şap madenlerinin bulunduğu Şebinkarahisar bölgesi ve kuzeyindeki dağlık bölge ile de ilgisi bulunduğunu düşündürebilir.

Bundan sonra Tibarenler’in ülkesine (Bugün Ordu’nun doğusundaki Turna suyu Deresi’nin olduğu bölge) ulaşan Hellenler deniz kıyısında birkaç müstahkem yerleri bulunan ve nispeten düz olan Tibarenlerin ülkesinde iki gün ilerleyerek Sinop’un kolonisi olan Kotyora’ya (bugünkü Ordu şehri yakınında) ulaşırlar.

Ksenophon’un eserinin sonunda da belirttiği gibi Bayburt’tan sonra girmiş olduğu Trabzon bölgesinde yaşayan Makronlar, Kolkhlar, Mossynoikler büyük Pers krallığının Anadolu’daki valiliklerinden (satraplık) bağımsız yaşayan, kendi yasaları ile yönetilen halklardı. Orduları ya da tehlike anında harekete geçen bir savunma sistemleri vardı. Yaşadıkları vadiler yiyecek ve bazı ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz olduğu için çevrelerindeki halklarla ya da dışarıdan gelen tacirlerle daima iyi ilişkiler geliştirerek kendi varlıklarına bir tehdit yöneldiği ana kadar barışçı kalmışlardı. Ancak bir tehdit oluştuğu zaman süratle bir araya gelerek ortak savunma sistemlerini harekete geçiren bu halkların birbirlerinden farklı dil ve ananeleri olmasına rağmen ortak özellikleri gururlu, cesur ve özgüven sahibi olmalarıydı.

Tarım yapıp sığır besledikleri ve şarap yaptıkları gibi avladıkları yunus balıklarının etlerini tuzlayıp küplere bastırıyor, ayrıca zeytinyağı gibi kullanılan balık yağı da elde ediyorlardı. Fındık, ceviz ve kestane gibi yemişler de en önemli besinleri arasındaydı. Bunları haşlıyor ya da fırında pişirerek yiyorlardı.

Ksenephon, Mossynoiklerin başkenti ve yakınındaki bir kenti ele geçirip yağmaladıklarını anlatırken, kilerlerinde geçen seneden kalma ekmeklerin yanı sıra o senenin tahılına da rastladıklarını, bunların sapları üzerinde saklanmış kızılcık buğdayı olduğunu da yazmaktadır. Bu bize bugün birçok Karadeniz köyünde görebileceğimiz taneleri üzerinde kurutulmak üzere Seran der/Paska/Naylalara ya da evlerin saçak altına asılmış, taneleri üzerinde mısır koçanlarını hatırlatmaktadır. Ksenophonun bahsettiği kızılcık buğdayı belki de mısırdan önce bölgede yetiştirilen ve Laz ut/Laz ot da denilen bir tür darı idi. Laz ut/Laz ot adı darıya benzediği için mısıra da verilmiştir. Bölgenin en ünlü ürunü ise, bölgede yaşayan halkın dışarıdan gelen orduları yenmek için bal (Tutan Bal/Deli Bal) idi. Birbirlerine yaklaşık 10 km mesafede kurulmuş şehirlerinin ve dik vadi yamaçlarındaki köylerinin birbirine dar patika yollarla bağlandığı kuşkusuz ama Ksenophon’un da açıkça yazdığı gibi deniz kenarındaki şehirleri birbirlerine bağlayan yol sistemleri ile Karadeniz’de gezinen çok sayıda irili ufaklı yelkenli gemileri vardı.

Miletoslular, Karadeniz sahilindeki halklarla ticaret yapmak için, kendilerinden önce bu sahilde koloniler kurmuş olan Frygler’inkine benzer bir sistemle ve birçok yerde de onların eski koloni şehirlerinin bulunduğu alanlarda koloniler kurmuşlardı. Ksenophon’un merkezi ve başkenti Sinop olan koloni sisteminin Trabzon, Giresun ve Ordu’da olan üç halkası hakkında verdiği bilgileri değerlendirerek bu kolonilerin yerli halklardan bazıları ile iyi ilişkiler içinde yaşamalarına rağmen onlardan ayrı, karadan gelebilecek her türlü tehdide karşı tahkim edilmiş yerlerde yaşadıklarını ve bu yerlerin kenarında komşu halklarla ticaret yapmak için pazar kurduklarını söyleyebiliriz. Ayrıca denizden gelebilecek tehditlere karşı da savaş gemilerine sahiptiler.

Kent merkezi kuzeyde denizden, güneyde Boztepe’nin üzerine kadar düzgün olmayan teraslar halinde yükselir. Değirmendere, Kuzgundere (ya da Tabakhane) ve Zağnos dereleri yerleşimi güneyden kuzeye derin boğazlarla bölmüştür. Tabakhane ve Zağnos dereleri arasında kalan ve düzgün olmayan yüksek bir masa formundaki alan üzerinde, kentin bilinen eneski yerleşim kalıntıları tespit edilmiştir. İşte bu nedenle Trabzonadının eski Grekçe masa ya da trapez/yamuk biçimi karşılığı olarak “trapezos” kelimesinden geldiği görüşü ağırlık kazanmaktadır. Trabzon adına, Trapezos olarak ilk kez, Yunanlı komutan Kesnophon tarafından kaleme alınan, M.Ö. 4. Yüzyılda geçen olayların anlatıldığı “Anabasis” adlı antik kaynakta rastlanmaktadır. İyon kökenli Miletoslular Batı Anadolu’dan sonra M.Ö. 7. Yüzyılda Karadeniz’e de gelerek kıyılarda koloni kentleri kurmuşlardır. Trabzon da, merkezi Sinop olan bu kolonilerin arasında sayılmaktadır ve birçok araştırmacı, kentin ilk kuruluşu olarak bu dönemi göstermektedir. Oysa Kolkhlar, Driller, Makronlar gibi yerli kavimler Trabzon civarında çok daha önceden beri yaşamaktaydılar.Aynı yüzyılda Karadeniz Bölgesi Kafkasya’dan gelen Kimmerler ve onların ardından İskitlerin akınlarına uğramıştır. Ancak bu akımların kolonilerin kuruluşundan önce mi yoksa sonra mı olduğu konusu tartışmalıdır. M.Ö. 6. Yüzyılda ise Trabzon Perslerin egemenliğine girerek, Pont Kapadokyası adı verilen satraplık içinde kalmıştır.
Makedonya Kralı Büyük İskender M.Ö. 334 yılında tüm Anadolu’da Pers hakimiyetine son vermiştir.

İskender’in ani ölümünden sonra oluşan karışıklık sırasında Pont satrabı II. Ariantes’in oğlu Mithridates, yerli halkın desteğiyle Karadeniz’de Pontus Devletini kurmuştur. Trabzon, M.Ö. 280 yılında merkezi Amasya olan Pontus devletinin sınırları içinde kalmıştır.

M.Ö. I. Yüzyılda batıda güçlenen Romalılar Anadolu’yu da işgal etmeye başlamışlardır. Roma kralı Pompeius’un Pontus Kralı V. Mithridates’i Kelkit vadisinde bozguna uğratması üzerine Pontus Krallığı dağılmıştır. Böylece Trabzon , M.Ö. 66 yılında Roma yönetimine girmiştir. Roma’da Avgustus’la birlikte M.Ö. 27 yılındanitibaren imparatorluk dönemi başlamıştır. Avgustus’un idari düzenlemesi sonucu Trabzon, Pontus Polemoniacus adı verilen vasallık içinde yer almış, İmparator Tiberius zamanında (M.S. 14-37), diğer bir idare bölüm olan Kapadokya Eyaleti sınırları içinde kalmıştır. İmparator Nero döneminde ise (54-68) serbest kent olma ayrıcalığına kavuşturulmuştur. Trabzon bu dönemde “ünlü” ve “zengin” kent tanımlamasıyla tarihçilerin kitaplarında yer alır. Roma İmparatorluğunun doğu sınırının savunmasına önem veren Vespasian zamanında (69-79) Trabzon, Kapadokya -Galatya Eyaletine dahil edilmiştir.

Ünlü Roma İmparatoru Hadrian Döneminde (117-138) tüm imparatorlukta olduğu gibi Trabzon’da da önemli imar etkinliklerinde bulunulmuş, birçok dini ve askeri binalar ile yollar, su kemerleri ve yakın zamana kadar kalıntıları görülebilen yapay bir liman inşa edilmiştir Hadrian’dan sonra Trabzon’un parlak dönemi sona ermiş, 244 yılında para basma yetkisi elinden alınmıştır. Roma Döneminde basılan Trabzon sikkelerinin ön yüzlerindeRoma İmparatorlarının büstü olmakla birlikte, arka yüzlerinde Pontus Krallığı döneminden beri süregelen kendi mitolojik figürlerine yer verilmiş ve Grekçe yazı kullanılmıştır.

Trabzon, 276 yılında tüm Doğu Karadeniz Bölgesine akınlar yapan Gotların saldırısına uğramış, bu saldırıda tüm kent yakılıp yıkılmıştır. Roma İmparatorluğunun son dönemlerinde 4. Yüzyılın başında Diocletian Maximian, Constantinius ve Galerius’tan oluşan dörtlü idare zamanında Trabzon’da yeniden bir takım imar etkinliklerinde bulunulduğunu Trabzon Müzesindeki Latince bir kitabeden anlıyoruz.

Roma İmparatorluğu 395 yılında ikiye ayrılınca Trabzon, merkezi İstanbul olan Doğu Roma / Bizans İmparatorluğunun sınırları içinde kalmıştır. Bizans İmparatoru Justinianus (527-564) Trabzon’da kent surlarını restore ettirerek yeni bir imar etkinliğini başlatmıştır. Heraclius zamanında (610-641) imparatorluk askeri bölgelere ayrılmaya başlanmış, Trabzon, Teophilos zamanında (829-842) kurulan Khaldia Temasının merkezi olmuştur.

Müslüman Araplar 8. Yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’ya düzenledikleri baskınlarda Doğu Karadeniz ve Trabzon’a gelmişlerdir.

Bizans İmparatorluğunun 1204 de IV. Haçlı seferleriyle gelen Latinlerin eline geçmesi üzerine, imparator I. Andronikos Komnenos’un İstanbul’dan kaçan torunları Alexios ve David, Gürcü Kraliçesi Tamara’nın da yardımıyla Trabzon’da 1204 yılında bağımsız olarak Komnenos Krallığını kurmuşlardır. Anadolu Selçukluları ile evlilik bağı oluşturarak ve vergi ödeyerek siyasi varlıklarını sürdürebilen Komnenos Krallığı, I. Manuel Komnenos zamanında (1238-1265) en parlak dönemini yaşamıştır. Gümüşhane’deki gümüş madenlerinin etkisiyle de ekonomik olarak güçlenen Manuel I’in sikkeleri üzerinde “en mutlu” ünvanı yer almaktadır.

Bayezid’in 1398 de Samsun yöresini almasından sonra Trabzon Komnenos Krallığı Osmanlı Devletine yıllık vergi ödemek zorunda bırakılmıştır. David Komnenos, iktidarı döneminde (1458-1461) vergi ödemeyi durdurarak, önceden ödediklerini de Akkoyunlu Devleti Sultanı Uzun Hasan aracılığıyla geri istemiş, Osmanlılara karşı Avrupa’daki büyük devletlere ittifak önerisinde bulunmuştur. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet’in öncülüğündeki Osmanlı Kuvvetleri Bölgeyi kuşatarak, 1461 yılında Trabzon’u ele geçirmiş ve Komnenosların egemenliğine son vermiştir.
Trabzon, Osmanlı Döneminde önce eyalet ve sancak olarak şehzade ve mutasarrıflar tarafından idare edilmiştir. İlk sancak beyi Hızır Bey’dir. 1470 yılında sancak beyliği küçük yaşta Şehzade Abdullah’a verilmiş; Abdullah, annesi Şirin Hatunla birlikte 1479 yılına kadar Trabzon’da yaşamıştır. Yavuz Sultan Selim de şehzadeliği sırasında (1491-1512) Trabzon’da Sancak Beyi olarak bulunmuş, sonradan Kanuni ünvanı alacak olan oğlu Sultan Süleyman burada doğmuştur.

Trabzon 16. yüzyılda, merkezi Batum olan Lazistan Sancağı ile birleştirilerek eyalete dönüştürülmüş ve bu yeni idari birimin merkezi olmuştur. 1867 yılında Trabzon’da büyük bir yangın çıkmış, bir çok kamu binası da bu sırada yanmış ve kent daha sonra yeniden düzenlenmiştir. 1868 yılında vilayet olmuş, merkez sancağı dışında Lazistan, Gümüşhane, Canik Sancakları da buraya bağlanmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslar Trabzon’a saldırır (14 Nisan 1916). Trabzonlulardan oluşan vurucu güçler (Milis), bu saldırı sırasında gerilla savaşı verirler. Bu sıralarda, cepheye gönderilmek üzere Hamidiye Zırhlısının desteğinde Trabzon Limanına gelen cephane Trabzonlu gençlerce büyük bir heyecan içinde boşaltılıp Maçka’ya taşınır.

Çaykara’da Sultan Murat Yaylasında (10 Haziran 1916), Of’ta Baltacı, Arsin’de Yanbolu Derelerinde Ruslara karşı başarılı savaşlar verilmiş, ancak o yıllardaki koşullar altında düşmanın Trabzon’a girmesine engel olunamaz ve Ruslar 14 Nisan l916 yılında Trabzon’a girer. Rusların Trabzon’da kaldığı bir yıl, on ay, on günlük süre içinde özellikle Rumlar ve Ermeniler, yerli halka büyük işkenceler yaparlar; sayısız insan öldürürler.

1917’de Rusya’da “Bolşevik Devrimi” olur, Çarlık Yönetimi yıkılır. Bunun üzerine Rus ordusunda büyük bir panik başlar. Bu Rusların Trabzon’dan çekilmesine de yol açar. Öte yandan, batıdan doğuya doğru kayan ve Karadağ’da toplanan Türk Çeteleri, Akçaabat’a inerek Yüzbaşı Kahraman Bey’in komutasında üç koldanTrabzon’a doğru yürürler ve 24 Şubat 1918 tarihinde Trabzon’a girer.

Ulu Önder Atatürk, Cumhuriyet döneminde Trabzon’a üç kez gelir; l924, 1930 ve 1937 yıllarında, ilk geldikleri 15 Eylül 1924 günü, Trabzonlularca “ATATÜRK GÜNÜ” olarak kabul edilir ve bu kendisine bir telle bildirilir.

COĞRAFİ YAPISI
4.664 Km2 yüzölçümüne sahip olan İl topraklarının %30’u dağlık, %60’ı kıyıdan içeriye doğru gittikçe yükselen eğilim gösterir. Ancak %10’u düzlük olan İl toprakları genellikle engebelidir. İl sınırları içersinde Kemer (2.856 m), Kastan (2.500 m.), Çakırgöl (3.063 m.), Zigana (2.536 m.) ve Horos (2.396 m.) dağları yer alır.Yumuşak bir deniz iklimi hakimdir. En sıcak ay ortalaması 23O C (Ağustos), en soğuk ay (Şubat) ortalaması 7 O C dir. Ortalama yağış miktarı metrekareye 875 mm. dir.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*